3 Aralık 2012 Pazartesi

İnanılmaz Futbol Haftası

Uzun süre sonra yine blog da olmak güzel bir şey geçtiğimiz aya damgasını vuran futbol olayları ile bir dönüş yapıyorum...

              14 Kasım 2012 - Sweden 4-2 England  - Zlatan Ibrahimovic İnanılmaz Golü



22 Kasım 2012 - O. Marsilya 0-1 Fenerbahçe  - Bekir İrtegün Röveaşata



24 Kasım 2012 - S.B. Elazığspor 1-1 Galatasaray - Felipe Melo Penaltı Kurtarıyor


26 Kasım 2012 - Trabzonzpor 0-3 Eskişehirspor - Servet Çetin Kendini Aşıyor


8 Şubat 2012 Çarşamba

Milletvekilleri dokunulmazlık için soyundu


Milletvekilleri dokunulmazlık için soyundu

Slovak Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nden (Sloboda a Solidarita/SaS) 17 milletvekili "dokunulmazlıkların kaldırılması" taleplerine dikkat çekmek için soyunarak poz verdi.
Bianet'in haberine göre, merkez sağ/liberal SaS'ın milletvekilleri, ellerinde "Haydi milletvekillerinin dokunulmazlık zırhlarını soyalım" yazılı bir pankart tuttular.

Fotoğraflarını, Slovakya'nın tanınan gazetelerinden Novy Cas'a ilan olarak veren SaS, aynı zamanda bu eylemlerini kendi Facebook sayfalarından da duyurdu. Slovakya'da en az dört yıl boyunca görev yapan milletvekilleri dokunulmazlık kazanıyor. Dokunulmazlık yasası geniş kapsamlı ve milletvekillerinin trafik cezalarından bile muaf tutulmalarını sağlıyor. Dokunulmazlık yasası bugün Slovak Meclisi'nin gündeminde, kaldırılıp kaldırılmayacağı oylama sonucunda belli olacak. Genel seçimler ise 10 Mart'ta yapılacak. Bugünkü oylama dokunulmazlık konusunda seçimlerden önceki nihai sonuç olacak.

SaS üyeleri, "Vekiller de herkes gibi insan. Bu yüzden yargı dokunulmazlığı gibi ayrıcalıklara gerek yok" diyor. Slovakya, SaS'ın çalışmalarıyla 2010'da dokunulmazlıkların kaldırılması için referanduma gitti fakat yeterli katılım sağlanamadığı için dokunulmazlık kaldırılamadı. (Bianet) 

KARŞIYAKA GÖZTEPE MAÇINDA 3G’Lİ KÜFÜR!





İStada küfürlü pankart sokamayan Karşıyaka taraftarlarının Göztepe derbisi için buldukları yaratıcı yöntem günün konusu oldu. İngiliz futbolseverler Karşıyakalı taraftarların bu yöntemine şaşırıp kalırken, ‘Orjinalliğe tam not’ yorumu yapıldı 
Pazar günü Karşıyaka ile Göztepe arasında oynanan İzmir Derbisi’nde Karşıyakalı taraftarların açtığı pankart yaratıcılıkta gelinen son noktayı göstermiş oldu. Karşıyakalı taraftarlar içeriye soktukları kare şeklinde büyük pankartta 3G teknolojisine sahip telefonların okuyabildiği QR Code adı verilen bir kod yer alıyordu. Bilindiği gibi gazetelerde yer alan reklamların köşelerine konulan bu gibi kodlar, 3G teknolojisine sahip telefonlara okutulduğunda telefona daha detaylı bilgilerin yer aldığı bir adres gönderiliyor.

Sürpriz oldu
Merak edip karşılaşmada bu QR kodu telefonlarına okutan Göztepe taraftarları ise nahoş bir sürprizle karşılaştı. Zira kod okutulduğunda telefonlara Türkçe ve diğer dillerde de yazılmış bir şekilde “O.... Göztepe” küfürleriyle dolu bir sayfa çıktı. Göztepe taraftarlarına edilen bu hakaret bir yana Karşıyaka taraftarlarının statlarda uygulanan pankart sansürün bu şekilde delmesi taraflı tarafsız herkesin ilgisini çekti. Habere yer veren ünlü İngiliz blogu offthepost’ta “Liverpool ve Manchester United taraftarları bunu notlarınız arasına alın. Orjinalliğe tam not” yorumu yapıldı.


“Siz Agop Martayan’ı biliyor musunuz?”


Hem Sarkozy hem cümle Ermeni diyasporasına soruyorum, “Siz Agop Martayan’ı biliyor musunuz?” 

Bilsek ne olur bilmesek ne olur demeyin. Hani, “Türkler Ermenileri soykırımdan geçirmiştir” diyorsunuz ya, Agop Martayan’ı bilseniz böyle iftiralar atmaktan belki utanırsınız.

1915’lerde ve tabii bugün de Türkiye’de pek çok Agop Martayan’lar vardır. Eğer Türkler Ermenilere soykırım uygulasaydı bu topraklarda bir tek bile Agop Martayan’ın mezarı dahi kalmazdı.

Hem, Türk milleti neredeyse bin yıldır birlikte yaşadığı Ermeni tebaası ile İngiliz’in, Yunan’ın, İtalyan’ın, Fransız’ın, Rus’un başına çullandığı bir günde niye yeni bir cephe açarak başını fazladan bir belâya soksun? Binlerce yıllık devlet tecrübesi olan bir millet manyak mıdır ki böyle bir işe kalkışsın?

O günlerde Rumlar da kudurmuştu; niye Rumlar için tehcire yeltenmediler, niye Rumlara soykırım yapmadılar? Ha, belki, “Ruslara karşı Doğu cephesini emniyete almak için” diyeceksiniz... İyi de, demek ki ortada “emniyeti tehlikeye düşüren” bir takım dolaplar döndü, o zaman Osmanlı haklı öyleyse... Bir de, aynı bölgede Süryaniler yaşıyordu,

Fatih Projesi (!)


Başbakan bir okulda ilk tabletleri dağıtarak Fatih Projesi’ni (!) başlattı. Çağımıza damga vuran teknolojiler ve eğitim yan yana olunca akan sular duruyor. Oysa, gerçekler çok farklı:

1. Ortada öğretmenleri, öğrencileri ve müfredatı da ele alan bir proje yok. 2010’da yayımlanan “MEB Stratejisi 2011-2014” belgesinde, konuyla yakında uzaktan ilgili tek bir kelime bile yok. Kullanılacak teknolojinin pedagojik değer ve katkısı üzerine tek bir belge veya araştırma yok.

Ortada sadece Başbakan’ın 2010 Kasımı’nda ve seçim öncesinde ortaya attığı bir slogan var. Bunun içini aceleyle doldurmak için MEB bürok-ratları, harcanacak 8-9 milyar TL için iştahı kabarmış birkaç şirketin de yardımıyla, genel ve sığ bazı açıklamalar yapmanın ötesine gidememiştir.

2. Konu üzerindeki tartışma, sadece satın alınacak donanımlar üzerine odaklanmıştır. Öğretmenlere verilen bir haftalık, toplam 15 saatlik dersin ne kadar yetersiz ve sığ olduğunu, pilot illerden birisi olan eski seçim bölgem Uşak’ta gözlemledim.

3. Eylül 2011’de New York Times gazetesinin yayımlamaya başladığı, ABD’deki okullarda uygulamaları inceleyen bir yazı dizisinde (www.nytimes.com/2011/09/04/technology/technology-in-schools-faces-questions-on-value.html?ref=technology), yoğun teknoloji kullanılan okullarda öğrencilerin öğrenme düzeylerinin iyileşmediği, hatta kötüleşebildiği açıkça gösteriliyor. 4 Şubat 2012 tarihli Los Angeles Times gazetesi, konunun saygın uzmanlarına ve bilim insanlarına sordukları “Bu gösterişli teknolojilerin eğitime gerçek katkısı nedir” sorusunun yanıtlarını içeren bir makale yayımladı (www.latimes.com/business/la-fi-hiltzik-20120205,0,639053.column). Yanıtlar aşağı yukarı aynıydı: Okullarda bu yeni teknolojilerin kullanılmasından yararlananlar sadece satıcı firmalar ve yaldızlı ama sığ laflar eden politikacılardır! Nitekim, derslerini internetten herkese açmış olan, dünyanın önde gelen bazı üniversitelerinde en kompleks konuların bile kara tahtada işlendiğini görüyoruz.

Topraklarımızın Satışında Son Nokta, Kentsel Dönüşüm.


Yaşadığımız kentlerin yapısı, bizlerin yaşam koşullarını etkilemektedir. Uzun yıllardır özellikle hızlı ve plansız kentleşmenin getirdiği sorunlarla (alt yapı, betonlaşma, trafik, kaldırım, kirli hava vb.) iç içe yaşıyoruz ama umursamıyoruz.
 
Sorun veya sorunlar yaşamımızı tehdit eder boyuta gelince veya bir yurttaşımız zarar görünce o sorunu konuşmaya başlıyoruz.

23 Ekim 2011 tarihinde Van’da yaşadığımız depremde yıkılan binalar, yüzlerce insanımızın yaşamlarını kaybetmesine neden olunca binaların inşaatların denetimi konusu aklımıza geldi. Çözüm olarak da “Afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi hakkında
kanun tasarısı” gündeme geldi.

Tüm yurttaşlarımız depremin getirdiği acıları yaşarken, yaraların sarılabilmesi için ne yapabilirimin telaşına düşmüşken, siyasi iktidar da yeni yasa tasarıları hazırlamakla meşguldü. Deprem sigortası için toplanan milyarlarca liralık kaynağı nereye harcadığının yanıtını vermek yerine çıkartacağı yasalarla, bir daha böylesi acıları yaşamayacağımızı anlatıyorlardı.

Tasarı ile ne yapılacak, inşaatlarda nasıl önlemler alınacak, hangi çözümler üretilecek derken, peş peşe gelen Yapı denetimi, 2B, Kentsel dönüşüm ve Yabancılara Toprak Satışı yasa tasarılarını yan yana koyunca başka bir tablo ile karşı karşıya kaldığımızı gördük.

Dindar mı, akılcı mı nesil yetiştirilmeli?

Din’le şekil dışında özde alakaları kalmamış olanlar ne diyor? Dindar nesil yetiştirilmeli. Peki ama hangi din? İlahi mesaja dayalı din’mi yoksa hurafelerle anlamsızlaştırılmış, insanları sömürme sindirme susturma aracı kılınan din’mi?

Temel soru açıktır. İnsan; yüzyıllar öncesinin yaşamı, düşüncesi ve kabullerine göre mi yoksa gelişim dinamiği akıl ve bilim algısına göre mi düşünecek, eğitilecek, yaşayacak?
İnsan Akılcılık, ya da dincilikten birini seçmek zorunda mı? İkisi bir arada olamaz mı?

Dünya nüfusunun belli başlı dinlere göre dağılımı:
Yüzde 33.5 Hıristiyan
Yüzde 20.7 Dinsizler
Yüzde 18.2 İslamiyet
Yüzde 13.5 Hinduizm
Yüzde 6 Budizm
Yüzde 0.3 Musevi
Yüzde 7.8 diğer
Dünya nüfusu 6 milyarın üstündedir.  1.2 milyarı Müslümandır. Geri kalanı yani 5 milyar insan başka din’lere inanmaktadır. Din; kişinin vicdani tercihidir.

Kar yağışı hakkında büyüleyici gerçekler


Göründüğü gibi değil; kar, çok karmaşık bir yağıştır. Her kış gökten bir septilyon (1,000,000,000,000,000,000,000,000) kar kristali düşer ve her bir kar kristali de yaklaşık bir milyon damlacıktan oluşur. Sizde de şinofobia yani kar korkusu var mı?
Kar Terminolojisi Komiktir: Eskimoların ‘kar’ için 100 farklı kelimesi yoktur. Fakat kayakçılar 1900’lerde karın türlerini tanımlamak için terminoloji oluşturdu: Deli lingo, pow pow, patates püresi, şampanya, karnabahar, yapışkan, kabuk toz ve pek çok komik terim! “Pow pow” ya da sadece pow (toz), aslında yumuşak karın kabarık bir türü olan taze toz kardır. Şampanya kar ile son derece düşük nem içerdiği için kartopu bile yapılamaz. “Şampanya toz” kar yumuşak ve kuru olduğundan kayak için iyi, fakat “patates püresi” karda, eski, yoğun ve ağır olduğu için kayılması zordur.

Yıl 2012, Malatya.

‘Dindarlığı’ bazı örneklerde görüldüğü gibi imar yolsuzlukları ile zenginleşme olarak algılayan AKP’nin Malatya Belediyesi, Hristiyan Ermenilerin Malatya’daki mezarlığı içindeki yapılarını bir yol yapım çalışması sırasında kullanılmaz hale getiriyor. 
 
Malatyalı Hayırsever Ermeniler Derneği (HAYDER), Ermeni cemaatinin mezarlığındaki yapılarına verdiği zarar nedeniyle Malatya Belediyesi’nden bu yapıların yeniden ve belediye tarafından yapılmasını talep etmek yerine, alçak gönüllü bir tutumla ‘Bu yapıları yapmak istiyoruz. Bu konuda izninizi rica ediyoruz’ diyerek Malatya Belediye Başkanı Ahmet Çakır’a ricada bulunur. 
 
Oysa asıl yapılması gereken rica değil, bu ülkenin eşit vatandaşları olarak bir hak arama mücadelesi başlatmalarıydı. Çünkü Malatya Belediyesi, yol yapım çalışmaları sırasında yapıya zarar vermişti. 
 
Dedik ya, İslam dışı, sakat, ırkçı ve nefret söylemini kutsayan anlayışın kamuoyu zihninde yarattığı olumsuz Ermeni algısı nedeniyle HAYDER, hak arama girişimi başlatmak yerine alçak gönüllülükle ricada bulunur. 
 

3 Şubat 2012 Cuma

Size Hrant'ı anlatayım

Hrant'ın katledilmesinin hemen ardından bir futbol maçında bir grup kendini bilmez Hrant'ın Malatyalı olmasından yola çıkarak 'Ermeni Malatya' pankartı açmıştı. Yıl; 2007. Aylardan şubat. O gün Hürriyet'te 'Gurur Duy Malatya' diye bir yazı yazdım.

Amacım tanıdığım Hrant'ı hemşerilerine anlatmaktı. O yazıyı bazı küçük düzenlemelerle yeniden yayınlıyorum. Bu yazı, 'Gurur Duy Malatya' yerine 'Gurur Duy Türkiye' diye de okunabilir...
Ben Ahmet Hakan...

Şahadet ederim ki hemşeriniz Hrant Dink gurur duyulacak bir adamdı.
Delikanlıydı.
Hakikatliydi.
Ne bir haram yedi ne cana kıydı.
Çifte standartla işi olmaz, kimseyi arkadan vurmazdı.
Kılıçsızdı.
Kahpelik, kalleşlik bilmezdi.
Baba adamdı.
Hem de yetimler babası...
Hayatında 'öteki' diye bir şey yoktu.
Öldüğünde ayakkabısının altındaki deliğe bakıp da kendimizi 'altı delik ayakkabı' edebiyatına vurmayalım.
O, 'her türlü satış' imkânlarının hepsini elinin tersiyle itebilmiş bir adamdı.

Sayın Başbakan, demokrasi bunun neresinde, laiklik bunun neresinde?

‘Atatürkçü gençlik’ten dindar, muhafazakâr gençliğe mi?...

Soruyorum Sayın Başbakan:
Ben çocuğumun dindar ve muhafazakâr yetişmesini istemiyorsam ne olacak? Torna tezgâhından çıkmış gibi tek tip kafalar yetiştirmeye dönük eğitim düzeniyle demokrasinin gözettiği farklılıklar hiç bağdaşabilir mi?

Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu eleştirirken, hedeflerinin dindar ve muhafazakâr bir gençlik yetiştirmek olduğunu söylüyor.
Öyle mi?
‘Atatürkçü gençlik’ten sonra sıra ‘dindar, muhafazakâr gençlik’te mi?
Devlet şimdi bunu mu iş edinecek?
O zaman demokrasi bunun neresinde olacak? Gerçek laiklik neresinde olacak? 

Çekin ellerinizi nesillerin üzerinden

BU memlekette eskiden eğitim, “torna tezgâhı” vazifesi görürdü.
Eğitim almak, tornadan çıkmak anlamına gelirdi.
Tornanın amacı şuydu:
“Atatürkçü nesiller yetiştirmek.”
Atatürk adına hareket edenler...
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek istiyoruz” şeklindeki özgürlük vurgusunu hiçe sayarak ve kafalarına göre bir Atatürkçülük tanımı yaparak...
“Fikri Atatürkçü, vicdanı Atatürkçü, irfanı Atatürkçü nesiller” yetiştirmeye kalkıştılar.
Torna böyle çalıştı. Seneler boyunca...
 * * *
Torna böyle çalışırken...
Biz 80’lerin özgürlükçü tezlere yatkın İslamcıları olarak buna itiraz ettik.
Dedik ki: Yapmayın, etmeyin. Bırakın nesiller kafalarına göre takılsın. Bırakın aileler çocuklarını istedikleri gibi yetiştirsin.
Dindar olmak isteyen dindar, ateist olmak isteyen ateist, agnostik olmak isteyen agnostik olsun dedik.
Hatta Pink Floyd’un “Hey Öğretmenler! Çocukları rahat bırakın!” şarkısının klibini döndürüp durduk Kanal 7 ekranlarında...
Çünkü “duvardaki tuğla” olmak istemiyorduk.

hırant dink'in ilk defa yayınlanan röportajı-dünyaya cevap

Dindar gençliği hangi tarikat yetiştirecek?

Tayyip Erdoğan, sık sık milletin değerlerini esas alarak politika yaptıklarını söylüyor. Milletin değerleri dediği “din” dir. “Din üzerinde politika yapıyoruz” diyemez elbette. Fakat milletin değerlerinden kastının din olduğunu bilmeyen yok. Oysa din üzerinden politika yapmak, Anayasal bir suçtur. Anayasa’nın başlangıç ilkelerine göre “kutsal din duyguları, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamaz.”

Anayasa’nın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24’üncü maddesine göre “Din ve ahlâk eğitim ve öğretimi Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır. Bunun dışındaki din eğitim ve öğretimi ancak kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcisinin talebine bağlıdır.
Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”
AKP ise dince kutsal sayılan şeyleri istismar ede ede bugüne gelen bir partidir.

Agnostik Kimdir?

Agnostisizm ya da bilinmezcilik, tanrının ya da tanrıların varlığının ya da yokluğunun bilinemeyeceğini öngören felsefe akımıdır. Bu felsefenin takipçilerine agnostik denir.

Kökeni eski Yunan'daki Sofistlere kadar uzanan agnostisizm kelime olarak eski Yunanca'daki agnostos, yani "bilinemez olan" kelimesinden gelir. Bir din ya da öğretiler bütünü değil, bir konsepttir.

"Bilinmezcilik" olarak tanımlanması, aslında dinlerin öne sürdüğü Tanrı anlayışının gerçekliğinin sorgulanamazlığı demek değildir.

Dinlerin tanrıdan gelmedigini söyler ve dinlerin tanrısını da reddeder. Ancak başka bir tanrının, bir yaratıcının varolup olmadığının hiçbir zaman bilinemeyeceğini söyler. Bu bakımdan agnostisizm kendini, "kesinlikle tanrı vardır" diyen teizmden de "kesinlikle tanrı yoktur" diyen ateizmden de ayrı tutar.

28 Ocak 2012 Cumartesi

Behzat Ç - Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği Basın Açıklaması

Soykırım Yalanını İlk Kabul Eden, Damat Ferit Hükümetiydi

2006 yılında Paris’de TRT için Fransa belgeseli hazırlıyordum.. 2007 Ermeni Yılı ilan edilmişti. Ermeni lobisinin önde gelenleriyle röportajlar yapıyordum..

Sarkozy İçişleri Bakanıydı.. Danışmanı ve Ermeni terör örgütü Asala'nın uzun yıllar boyu avukatı olan Patrik Deveciyan Ermeni Soykırımını İnkarı cezalandırma Yasasının mimarıydı.

Ropörtajda, Deveciyan’a “1915’te Türkiye bir savaşın ortasındaydı. İhanet çemberiyle sarılmıştı. Devlet kendini korumak için tehcir yapmak zorunda kaldı. Ancak 1990’da Hocalı’da, Kelbeşer’de, Fuzuli’de de birçok katliam gerçekleşti... Batı 1915’leri hiç unutmuyor ama yakın tarihi pek hatırlamıyor! Neden?” diye sormuştum..

Cevabı şöyleydi:. ‘ 1915’de Türkiye’de yaşayan bir azınlık, kararlılıkla, planlı bir şekilde ve tam bir uygulamayla, Türk otoriteleri tarafından yok edilmiştir.” Ve kendince altın vuruş yaparak konuşmasını tamamlamıştı:

“ZATEN BU SOYKIRIMI İLK KABUL EDEN DE O YILLARDA YİNE TÜRK YÖNETİCİLERİ OLMUŞTUR! FERİD PAŞA HÜKÛMETİ’NDEN SÖZ EDİYORUM!.”

27 Ocak 2012 Cuma

Kimsenin Sevmeyeceği Bir 19 Mayıs Yazısı

- SAĞLIKLI beden takıntısı...
- Disiplin gösterisi...
- “Daha hızlı, daha güçlü, daha yüksek” vurgusu...
- Olimpiyat ruhu...
- Statlarda kule yapmalar...
- İçeriği aşan görkemli törensellikler...
- Otoriter rejimlerin pek sevdiği resmi geçitler...
Bütün bunlar 20. yüzyılın başlarında çok popülerdi.
Demokratik ülkelerde çoktan aşılıp geçildi.
* * *
Ama bizde aşılıp geçilemedi.

Cumhuriyet’e, Atatürk’e, laikliğe gönülden bağlı olduklarını söyleyenler, törenleri bile “mumyalayarak koruma” hevesine kapıldılar.

Tören formlarını yenileyip güne uyarlamak yerine, tören formlarında bile tutuculuk yaptılar.

14 Ocak 2012 Cumartesi

KAYISI KONUSUNDA BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?¿



Dünyada yaklaşık 1750 kayısı çeşit ve tipinin bulunduğunu, bunların 1230’nun bazı özelliklerinin “Avrupa Kayısı Katalogu”nda 1989 yılında yayınlandığını,

Çekoslovakya’da “Jousyska”; Bulgaristan’da “Persiana”, “Ambrozia Ranna”, “Bijla Kasna”, “Edra Ranna”, “Chehia I”; İtalya’da “Hafzi Hatif 7/53”, “Hamurı Bakkır”, “Hatif 721”, “Hatif Hatif”, “Kalısarıfı”, “Muhittin Bey”; Macaristan’da “Cegledi Mamut”, “Szegedi Mamut” kayısı çeşitlerinin yıllar öncesinde Anadolu’dan götürüldüğünü,

1502’de Osmanlı Padişahı II. Bayezid Han tarafından çıkarılan ve Türkiye’nin ilk standardı kabul edilen Kanunname-i İhtisab-ı Bursa’da “yaş zerdalinin, ilkin iki yüz dirhemi bir akçaya, üç günden sonra üç yüz dirhemi, daha sonra gelişine göre bu kıyas üzerinden narh verileceği” şeklinde bir standardın konduğunu,

Dünyada yaş kayısı üretimi 1000 tonun üzerinde olan ülke sayısının elli beş, bu ülkeler arasında yaş kayısı üretimi yıllık 100 bin tonun üzerinde olanlarının sayısının yedi olduğunu,

1961 yılında 1.3 milyon ton olan dünya yaş kayısı üretiminin kırk iki yıl sonra ancak % 100’lük bir artışla 2.7 milyon tona çıktığını, kayısı üretimindeki artışın elma, şeftali ve turunçgillerle mukayese edilemeyecek ölçüde düşük olduğunu,

1994 yılında Ermenilerin kayısı bitkisine olan vefa borçlarını ödemek için gümüşten madeni hatıra paraları bastırdığını, madeni hatıra paranın bir yüzünde kayısı yaprağı ve meyvesi, diğer yüzünde ise kayısının İngilizce ve Ermenice isimlerinin bulunduğunu,

KAYISININ BESİN DEĞERİ


Kayısı Meyvesinin Tüketim Alanları

Dünyada üretilen kayısının önemli bölümü sofralık olarak tüketilmektedir. Ancak kayısıda hasat döneminin kısa olması ve taze kayısının çabuk bozulması nedeniyle kayısı daha çok kurutularak veya işlenerek değerlendirilmektedir. Dünya yaş kayısı üretiminin yaklaşık % 20-25’lik kısmı kurutulmaktadır. Sofralık ve kurutmalık olarak değerlendirilen kayısıdan geriye kalan kısmı ise işlenerek değerlendirilmektedir.
Kayısı çekirdeklerin tatlı olanları çerez olarak tüketilmekte, acı olanlar ise kozmetik ve ilaç sanayiinde hammadde olarak kullanılmaktadır. Ayrıca kayısı çekirdeğinin tohum ve kabuğundan badem yağı, yemeklik yağ, benzaldehit (aroma esansı), furfural, aktif karbon, amigdalin ve hidrosiyanik asit elde edilmektedir. Kayısının gövde, dal ve çekirdek kabukları yakacak olarak kullanılmasının yanı sıra kayısı ağacının yaş ve kuru yaprakları hayvan yemi olarak değerlendirilmektedir.

YERLİ VE YABANCI KAYISI ÇEŞİTLERİ


Bugün dünyada 1750’nin üzerinde kayısı çeşidi ve melezi bulunmakla birlikte her ülkede ekonomik anlamda yetiştiriciliği yapılan kayısı çeşidi sayısı 5-10’u geçmemektedir. Bu bölümde ülkemizde ve yurtdışında yetiştirilen önemli bazı kayısı çeşitlerinin özellikleri verilmiştir.


Yerli Kayısı Çeşitleri


Hacıhaliloğlu

Malatya’nın en önemli kurutmalık kayısı çeşididir. Malatya’daki kayısı ağacı varlığının yaklaşık % 73’nü oluşturur. Tahmini olarak 1900’lü yılların başında Malatya’nın 12 km kuzey- doğusundaki H.Haliloğlu çiftliğinde bir seleksiyon sonucu bulunmuştur.

Ağaçları yüksek boylu, dik, dalları yayvan, çok kuvvetli ve çabuk büyür. Kuvvetli ve sulanan topraklarda her yıl ürün verir. Beyaz renkli çiçeklere sahiptir.

Verimi orta, dona, kurağa ve hastalıklara (monilya ve çil) karşı hassastır. İyi bakılmayan ağaçlar peryodisite gösterme eğilimindedir. Zayıf topraklarda ve kurak şartlarda abortif dişi organ oluşturur, çiçek tozlarının çimlenme yüzdesi düşer.

Hacıhaliloğlu kayısı çeşidi içerisinde meyve rengi, şekli, ağırlığı, SÇKM miktarı ve ağaç verimi bakımından geniş varyasyonlar bulunmaktadır. Malatya Meyvecilik Araştırma Enstitüsü tarafından yürütülen “Hacıhaliloğlu Çeşidinde Klon Seleksiyonu” çalışmasıyla kaliteli klonlar seçilmeye çalışılmaktadır.

KAYISI TÜRLERİ


Kayısının Sistematiği

Takım : Rosales
Familya : Rosaceae (Gülgiller)
Alt Familya : Prunoidae
Cins : Prunus
Alt Cins : Prunophora
Tür : Prunus armeniaca L.

Son zamanlarda bazı sistematikçiler Prunus cinsinin birbirine benzemeyen çok sayıda tür içermesi nedeniyle kayısıyı Armeniaca cinsine dahil ederek A,rmeniaca vulgaris Lam. olarak isimlendirmektedir.

Bütün kayısı türleri 8 çift kromozoma (2n=16) sahiptir. Kayısıda P. armeniaca, P. sibirica, P. mandshurica ve P. mume ile tür içi melezlemede herhangi bir problem bulunmamaktadır. Fakat sadece bir kayısı erik melezi olan Prunus X dasycarpa türünde hem P. cerasifera ve hem de P. armeniaca ile yapılan geriye melezlemeler başarısız olmaktadır. Ayrıca türler arası melezlemelerde badem ve şeftaliye göre kayısı ile erik arasında yapılan çaprazlamalar daha kolay ve başarılı sonuçlar vermektedir.

Ünlü Rus sistematikçileri Vavilov ve Kostina kayısının doğal olarak yetiştiği birçok coğrafik bölgeyi dolaşarak selekte ettikleri kayısı materyalini Yalta Nikita Botanik Bahçesinde ve Taşkent Orta Asya Deneme İstasyonunda toplamışlardır. Yaklaşık 700 genotip üzerinde yapılan araştırma sonunda kültürü yapılan kayısıların büyük çoğunluğunun P. armeniaca L. türüne ait olduğu belirlenmiştir.

Kayısının tohumla çoğaltılması ve yüzlerce yıl değişik ekolojik şartlarda yetiştirilmesi sonucu, sayıları bitki sistematikçilerine göre değişmekle birlikte 6-8 ekocoğrafik grup ve 13 bölgesel alt grup oluşmuştur. Kayısının ekolojik adaptasyon durumu dikkate alınarak yapılacak bir gruplandırma kayısı ıslahı üzerinde çalışma yapan araştırıcılara faydalı olacaktır.

13 Ocak 2012 Cuma

Blair sendromu yaşanmasın...



Doğrudur, Uludere'de yaşanan trajedi, ne yazık ki, ülkeyi ruh haleti olarak böldü. Van depreminde gösterilen dayanışmanın zerresi görülmedi. Burası uygar bir ülke ya da batısıyla doğusu arasında duygu birliği olan, Kürtlere ayrımcılık yapılmayan bir ülke olsaydı, yas ilan edilebilirdi.

Öyle olmadığı gibi hükümet bırakın halktan, ölenlerin ailelerinden dahi özür dilemedi. Medyanın çoğu (herhalde Başbakan'dan "dükkân sahipleri"ne verilen talimatlar ışığında) olayı duyurmakta geciktiği gibi, küçük gösterme gayretinde oldu. Kaymakama yönelik (asla mazur görülemeyecek) saldırı neredeyse 35 gencin bombalanarak öldürülmesinden daha önemli bulundu. MHP lideri çıkıp, "Devlet gerekeni yaptı..." diyebildi.

Diyebilirsiniz ki, bir yandan PKK'nın, öte yandan devletin yıllardır insan hayatını hiçe sayması; kurşunlayarak, bombalayarak öldürmesi, öldürmeye karşı duyguları köreltti.

Diyebilirsiniz ki, kaçakçı köylülerin askere saldırmaya hazırlanan PKK militanları sanılarak bombalanması, bir ölçüde affedilir bir iş olarak görüldü. İyi de, toplum olarak yeniden tırmanan şiddete teslim olacak, yine insanlığı unutacak mıyız? Ölenler köylü değil de PKK militanları olsaydı bayram mı edilecekti? Eşkıya bir katlediyorsa, devletin beş katletmesi mi gerekir? Demokratik bir hükümet için esas insanların yaşamasını temin değil midir? Hani devlet artık acımasızca öldürmüyor, militanlara dahi şefkatle yaklaşıyordu? PKK'lı teröristlerin genç kızları kurşunladıktan sonra "polis zannettik" demesiyle, devletin delikanlıları bombaladıktan sonra "terörist zannettik" demesi arasında ahlaken ne fark var?

Özel mahkemeler yetkisizdir!



GENELKURMAY eski Başkanı İlker Başbuğ’un sorgulanması “İnternet Andıcı”nı tekrar gündeme getirdi. Ordunun siyasete karışması konusunda “örnek olay”lardan biridir bu.

Genelkurmay, iddianamedeki tanımla “psikolojik harekât amaçlı internet siteleri” kurmuş ve yine iddianameye göre, “askeri müdahale ortamı oluşturmak amacıyla” yayınlar yapmıştır. Halen tutuklu bulunan Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korg. İsmail Hakkı Pekün, savcılık ifadesinde “bu sitelerin 28 Şubat kararlarına göre kurulduğunu”, ama sonradan “mevcut mevzuata uygun olup olmadığını görüp kapattıklarını” söylemiştir.

Taraf gazetesinin yayını üzerine Org. Başbuğ bu siteleri kapattırıyor, dört site kurulmasına karar veriyor. Başbuğ’dan evvelki genelkurmay başkanları zamanında bu faaliyetler daha yoğundur!

Benim üzerinde durmak istediğim husus, kişiler değildir, bunu doğru da bulmam.

Neden yetkisiz?

Evvela yetki meselesini tartışmaya açmak istiyorum: Eski genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarını yargılama yetkisi, özel mahkemelere değil, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa Mahkemesi’ne aittir! Çünkü son anayasa değişikliğiyle, genelkurmay başkanını ve kuvvet komutanlarını “görevleriyle ilgili” suçlardan dolayı yargılama yetkisi Yüce Divan’a verilmiştir. (Anayasa, 148. md.)

Bazı hukukçular, “Darbe hazırlığı görev değildir, onun için ağır cezada yargılanır” diyorlar. Peki, yolsuzluk yapmak bir bakanın veya yargı başkanının “görev”i midir ki, Yüce Divan’da yargılanıyor!

Hukuki ölçü, suçun “görevin verdiği yetkiyle işlenmesi”dir. Bu yetki olmasa o suç işlenemez zaten; o yetki kullanılarak işlenebilen suçlardır bunlar.

Soruşturmayı adli savcılar yapabilir ama davaya bakma ve gerektiğinde tutuklama yetkisi Yüce Divan’a aittir.

Bu, halen tutuklu bulunan eski kuvvet komutanları için de geçerlidir, dosyaları ayrılarak Yargıtay Başsavcılığı’na ve oradan Yüce Divan’a gönderilmelidir. Çünkü usul hükümleri yayınlandığı anda yürürlüğe girer, eskiden işlenmiş suçlar da yeni hükümlere tabi olur!

Lan'gır lungur

 “Bir günlük adalet… 60 yıllık ibadetten faziletlidir” Hazreti Muhammed…

*
Bir kişiye yapılan haksızlık, tüm topluma yapılan tehdittir Montesquieu
Adalet kutup yıldızı gibi yerinde durur, geriye kalan her şey onun etrafında döner Konfüçyus…
Adalet devletten gelmeliAristo
“Adalet olmadan düzen olmaz” Camus...
“Adaletsizliği işleyen, çekenden sefildir” Eflatun...
Hükümdar köylüden haksız yere yumurta alırsa, adamları bütün tavukları alır Sadi… 
Yasama yürütme yargı iç içe geçmişse, anayasa yok demektir Rousseau…
Adalet ortadan kalkarsa, insana değer verecek hiçbir şey kalmaz Kant
Adaletsiz güç, zalimdir Pascal

11 Ocak 2012 Çarşamba

BEN BİR APTALIM!...

Buna karar verdim. Çünkü akıllı biri olsam: AKP’ nin yanında olduğumu, Recep Tayyip Erdoğan’dan başka büyük olmadığını ülkemde onikimilyondan fazla açlık sınırında insan bulunmadığını, üç milyon işsiz olmadığını, emekli ve işçilerin refah içinde olduğunu, yakında Avrupa Birliği’ne gireceğimizi, AKP hükümetinin muhteşem bir hükümet... olduğunu söyleyip, istediğim kanalda en iyi parayla istediğim işi bulup, reklam filmlerinde boy göstererek, acayip para kazanır gül gibi geçinirdim.

Oysa ben bankadan kredi alabilmek için oturduğum evi ipotek ettirip, bu parayla okul yaptırıyorum ve AKP karşıtı olduğum için de tehditler alıyorum… Bana bakın satılmışlar… Bana bakın AKP uşakları ve popo yalayıcıları… Benim korumalarım yok, zırhlı arabalarım yok, silahım yok… Daha doğrusu ben böyle zannediyordum… Ama varmış. Bu ülkede gerçek Atatürkçü gençler varmış. Gerçek onurlu insanlar varmış.

9 Ocak 2012 Pazartesi


Devlet-hükümet kaynaşması

KISA bir süre öncesine kadar “devlet” ayrı, “hükümet” ayrıydı.

Ve hükümet yanlılarının işi çok kolaydı:
Mesela Dağlıca'da baskın mı oldu? Hemen bütün sorumluluk devletin askeri güçlerine yüklenirdi.
Mesela Van Savcısı görevden mi alındı? Hemen bütün sorumluluk devletin HSYK'sına yüklenirdi.
Mesela Hrant Dink mi öldürüldü? Hemen bütün sorumluluk devletin içindeki derin güçlere bırakılırdı.
Mesela bir istihbarat hatası mı söz konusu oldu? Hemen MİT'i dövme sporu devreye sokulurdu.
Mesela üniversitelerde bir sorun mu çıktı? Hemen devletin YÖK'üne karşı bir isyan hareketi başlardı.
Uzatmaya gerek yok.
“Devlet ayrı / hükümet ayrı” döneminde...
Hükümet yanlılarının işi çok ama çok kolaydı:
Her türlü kaza-belayı, kötülüğü, fitne fesadı, aczi, zafiyeti, ihaneti yükle devletin üzerine...
Ve çek hükümete de bir tür “muhalif parti” muamelesi...
Oh mis!

* * *

Kaybedenler Kulubu - Bazen

Malatya Şivesi


A
Afin tefin : Darma dağın
Aş erme : Hamilelik hali
Arruta : Sevilen küçük kız çocuklarına denir
Arbet aşeret : Acayip
Arıstak : Toprak damın ağaçları
Alıta : İyi görmeyen
Allek : fitne-fesat

B
Barima : Bari
Bele : Böyle
Bastık : Pestil
Bayma : Üşümeden dolayı donacak hale gelme
Bayak : Demin, az önce
Bıldır : Geçen sene
Boyna : Daima

Malatyalı Olmak...

3 Ocak 2012 Salı

Ülkemizin Kaçırdığı En Büyük Eğitim Projesi: Köy Enstitüleri


Son yıllarda 17 Nisan'da Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümünün kutlanması sevindirici. Cumhuriyetin bu ulvi projesinin amacı; köyden gelen yetenekli çocukların tam donanımlı olarak yetiştikten sonra, tekrar köylerine dönerek geride kalan ve okuma fırsatı veya olanağı bulmamışları eğiterek ülkenin okuryazar düzeyini yukarı taşımasıydı. Köy Enstitüleri’nin o günkü eğitim yöntemi gününün en ileri eğitim yönteminden daha donanımlıydı. Bu modelde teorik ve pratik eğitim birlikte alınıyordu. Yalnız temel dersler değil, yaşama dair bütün konular bir bütünlük içinde işleniyordu. Bir taraftan güçlü bir tarih eğitimi yanında tarım, el işi ve güzel sanatlar ile yurttaşlık bilinci ve ulusal bilinç kazanıyorlardı; diğer taraftan dünya klasiklerini okuyarak, müzik dinleyerek, tiyatro yaparak dünya değerleri ile tanışıyorlardı. Bu model şimdi bütün dünyada tartışılan yüksek öğretimde probleme dayalı öğretme modeline çok benziyor. Ayrıca AB’nin yüksek öğretimde başlattığı Leonardo Da Vinci siteminin yıllar önce uygulandığı bir şeklidir. 

1915’te ne oldu?


HAKİKAT iki ucun ortasında bir yerdedir: 1915 olayları soykırım olmadığı gibi, Ermeniler bir facia yaşamamış da değildir.

Ama maalesef karmaşık hakikatin görülmesi için ayrıntılı araştırmalar gereken bütün durumlarda, uçlardaki basit sloganlar etkili olabiliyor. Ermenilerin yaşadığı faciaya “soykırım” demek de, faciaları görmemek de böyle basit, kestirme önyargılardır, dolayısıyla yanlıştır.

İlk görülmesi gereken, Ermenilerin Osmanlı orta sınıfında ve devlet bürokrasisindeki ağırlıklı yerleriyle Osmanlı sistemine entegre olduklarıdır. Buna rağmen Ermeni milliyetçileri önlerindeki Sırp, Yunan ve Bulgar örneklerine özendiler. Onlar gibi silahlı isyanlarla Batı’nın müdahalesini sağlayarak devlet kurmak istediler. Birinci Dünya Savaşı’nı bunun için fırsat saydılar.

Halbuki, Balkan uluslarından farklı olarak Ermeniler hem entegre olmuşlardı, hem talep ettikleri topraklarda nüfusları yüzde 20’yi geçmiyordu. Onun için sonuç, herkes için Balkanlar’da yaşananlardan daha feci oldu.

Devleti savunmak


Devleti savunmak zor iş. AK Parti'nin son zamanlarda başına gelen de bu. Eskiden çok rahattı AK Parti. Hem iktidardaydı, hem de muhalefette gibi devlet iktidarına karşı meydan okuyabiliyordu. O zamanlar Başbakan Erdoğan 'bürokratik oligarşi' sözünü dilinden düşürmüyor, partisi de 'devlet iktidar'ına karşı 'halk gücü'nü temsil ediyordu.

'Devlet karşısında' böyle bir konuşlanma AK Parti'ye hem ihtiyaç duyduğu kitlesel desteği sağladı, hem de devlet içindeki muhaliflerine karşı 'söylemsel üstünlük'. Zamanın ruhunu doğru okuyan, dönüştürücü ve reformist bir parti olarak AK Parti Türkiye'yi demokratikleştirmeye çalışıyor, devlet içindeki 'güç odakları' ise reforma ve dönüşüme direniyorlardı.